YAYLA HANLARINDAN AVM’LERE
Eskiden yayla yollarında hanlar olurdu. Görnek’te Dursunbey ve Kâşif oğlu Hüseyin, Barma’da Yamakoğlu Yusuf, Sultanmurat’ta Hacı Kara, Tufa’da Kula’nın hanı, Çahmut’ta İslam’ın hanı, Derebaşı’nda Enes’un hanı gibi.. Ayrıca Küçük Şinekte, Soğanlı’da, Limonsuyu’nda, Banduki’de Likoraş’ta…
İnsanların iğneden ipliğe, yemekten yatağa, hayvan zilinden iç yağına, gazdan tuza, sıcak çaydan, hayvan yiyeceğine, kuru üzümden kibrite, yaz helvasından Trabzon kurabiyesine, kara lastikten ekmeğe kadar birbiriyle alakasız gibi görünen her ihtiyacını karşılayabildikleri mekânlardı. Bu günkü alış-veriş merkezleri gibi yani(!)
Hanlar bulunduğu bölgeye hizmet ettiği gibi daha çok yaya tepilen yayla yollarının ihtiyaç karşılama merkezleriydiler. Yaylaya çıkarken yürümekten kesilen hayvanlar en yakın hanın ahırına konur, sahipleri de üst kattaki dinlenme alanında istirahata çekilirdi. Hanların iki kapısı vardı. Biri bakkal kısmına, diğeri çay ocağını andıran oturma kısmına açılırdı. Oturma kısmı ile bakkal kısmı içeriden açılan bir kapıyla ayrıca birbirine bağlı olurdu. Bunların arka tarafında ya da üst katında yatma yerleri de bulunurdu.
Hancılar çok meşhur adamlardı. Herkes tanırdı onları. Onlar da herkesi tanırdı.
Hanlar adeta köyler arası kongre merkezi gibiydi. Değişik ilçelere bağlı köylerden değişik tipte insanlar buralardaki dinlenme esnasında tanışır kaynaşırdı. Handa oturanlar birbirini tanımasa dahi mutlaka ortak bir tanıdıkları ve dolayısıyla ortak bir muhabbetleri olurdu. Hanların hemen çevre yaylalardan günübirlik müdavimleri de olurdu, yolcu olarak arada bir uğrayanları da. Ama her birinin hancı ile derin muhabbeti olurdu. Meşhur bir misal;
-Dursun Bey! Çay var mi?
-Var var var!
-Yap bi çay…
-Har har har!(şimdi, şimdi)
Hancı bazen yolda kalana borç, bazen ekmek, bazen palto, bazen şemsiye, bazen hayvanının boynuna takmak için emanet ip verirdi. Parayla ya da parasız yolcunun işi görülür, gönlü alınır öylece yola konulurdu handan.
Hele han muhabbetleri çok derin olurdu. Bir de koyuncu varsa muhabbet erbabı arasında muhabbeti sorma gitsin. Muhabbette iki koyuncu varsa en fazla onların sesini duyarsın artık. Hancı, bakkal ile çay demlenen oturma salonu arasında mekik dokur, sakinin, gelenin, gidenin ihtiyacını karşılardı.
Bakkalın oturma yerinden ayrı olmasının pratik bir yararı da vardı. Bir adab örneği gibi. Yolcunun parası yoksa yani ihtiyacını veresiye alacaksa hancı ile baş başa kalsın diye böylece ayrıydı orası. Bakkalları da bakkal gibi kokardı hanların. Bisküvi kokuları o hanlardaki kokusunu bulamamıştır onlar yıkıldıktan sonra.
Fırtınaya yakalanan handa konaklar, yorulan, ihtiyacını karşılamak isteyen herkes…
Bazen handa yolcular arasında alış-verişler olurdu. Tut-vur, üç aşağı beş yukarı koyunlar inekler el değiştirirdi. Kimse kimseye para pul sormazdı. Kimsenin de parası batmazdı oralarda. Kırk yabancıya ineğini veresiye satardı insanlar. Güvenirdi handa tanıştıklarına. Ama kimse de kimsenin güvenini boşa çıkarmazdı. Kimse zengin değildi, ama kimsenin de kimsenin malında gözü olmazdı…
Bu gün belki bir kaçının binası kaldı. Onlar da yıkılmak üzere. Yerlerinde yeller esiyor. Ama en acısı da han kültürünün kaybolması.
Şimdi alış-veriş merkezleri moda.
Pazarlıksız alış-verişlerin olduğu, bir kuruşun bile eksik olsa istediğini alamayacağın, her istediğini bulabildiğin ama her istediğini alamadığın… Hanların sıcaklığından eser olmayan muasır hanlar var artık. Sahiplerini gören olmaz, sakinlerini tanıyan olmaz. Herkes kendi başına girer ve çıkar oralara…
Ben nasıl hasret duymayayım eski hanlara…